Alparslan’ın yiğit orduları Malazgirt zaferinden sonra, Anadolu içlerinde akınlar düzenler, şehirler kasabalar fethederlerken, ardından Asya’nın Türkmen oymakları da, yeni bir vatan özlemi içinde, kol kol, bölük bölük Anadolu’ya yayılıyor, kendi adlarında obalar, köyler kuruluyordu.
Anadolu’da kökleşen ve büyüyen Selçuklu Devleti, Asya’dan Anadolu’ya uzun bir zaman içinde, ama kesintisiz göç eden bu Oğuz boylarını genellikle sınırlara yerleştiriliyor, kalabalık oymakları üçe dörde bölüyor, ayrı ayrı yerleşme bölgelerine gönderiyordu. Mersin bu oymaklardan bolca nasibini alan yörelerden biridir.
Alpaslan tarafından Anadolu kapılarının açılmasından evvel de Türk boylarının bildiği bu yörenin adı Selçuklu Türkleri tarafından verilmiştir. Önceleri “İç il”, “İçerideki yurt” anlamına gelen “İÇEL”dir. (28 Haziran 2002 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 4764 Sayılı Kanunla Mersin ismi kaldırılarak Mersin yapılmıştır.)
Mersin, 19.yüzyıl başlarında Tarsus ilçesinin Gökçeli bucağına bağlı bir köydü. Yüzyılın sonlarına doğru Çukurova’nın önemli bir iskelesi haline gelindi. 1864 yılında Tarsus’tan ayrılarak ilçe merkezi, 1888 yılında ise Sancak merkezi oldu. 1894 tarihinde Gülek, Namrun Karadiken ve Tarsus’un birleştirilmesiyle Mersin, mutasarrıflık ve liva merkezi haline getirildi. 1924 yılında il oldu..
1860 yılında 2341 nüfusa sahip olan Mersin’in Cumhuriyetle birlikte nüfusu hızla artmıştır. 2000 yılı Genel Nüfus sayımı sonuçlarına göre ilin nüfusu 1.651.400.000 kişidir.
Mersin, bin yıldan daha uzun süreden beri Türklere yurt olmuş, kurtuluş mücadelesinde evlatlarını vatanına feda etmiş bir yurt köşemizdir. Mersin, aynı zamanda geleneksel kültürümüzü günümüzde bile yaşatabilen nadir yörelerimizdendir. Maddi ve maddi olmayan her türlü geleneksel kültürümüz Mersin Türkmen folkloru içinde yaşamaya devam etmektedir.
Mersin, aynı zamanda kalkınmakta olan Türkiye’nin bir parçasıdır. Ülke ekonomisinde hatırı sayılır bir yeri vardır. Serbest Bölge’nin açılmasıyla da hız kazanan ticaret ve sanayi, tarım topraklarının çağdaş teknikle işlenmesiyle tarımsal verimliliğin artması Mersin’e olan nüfus akımını hızlandırmıştır. Hem sanayi, ticaret ve tarımdaki gelişmelerin yarattığı istihdam imkanları, hem de kırsal kesimden kente göçme yönündeki doğal istek Mersin’in şehir nüfusunu arttırmakta, dolayısıyla geleneksel kültür, yerini modern sanayi kültürüne bırakmaya başlamaktadır.
MERSİN FOLKLORUNA GENEL BİR BAKIŞi
Mersin’in Mut’u, Anamur’u, Gülnar’ı, Silifke’si, Tarsus’u ve yakın zamanlarda ilçe olan Aydıncık, Bozyazı ve Çamlıyayla’sı; her birinde, katkısız ve katıksız folklor zenginlikleri göze çarpar.
Derler ki, Kozan’ın Farsak köyünden kalkarak omuzunda sazı Anadolu’yu dolaşan Karacaoğlan Ayşe, Fadime, Elif derken Mut’a gelir. Mut’ta Çukur köylü Karacasakız’ın zülfünün tellerine takılır kalır. Ben bu vuslatı olmayan hikayeyi burada tekrarlamak istemem. Ama bugün Mut’un az ötesindeki bir tepede mutsuz Karacakızın mezarından söz ediliyorsa, bu boşuna değildir. Karacaoğlan gibi bir ozan, Mersin’e yaklaşır da ondan.
İşte yanı başımızda Silifke, Silifke’nin keklik sekişli, yürek yakışlı oyununun bir hikayesi vardır, anlatırlar.
Bir gün Silifke’nin yanı başındaki yörük obasına bir ozan gelir. Oba Beyinin çadırına konuk olur. Hoş-beşten sonra Bey :
-Ozanım diyorsun oğul... Bizde ozan dediğin sazına keklik kondurur. Gücün varsa çal sazını, kondur kekliği, konduramazsan çek git bu obadan bir daha da ozanım deme...
Aşık alır sazı eline, yaslanır bir ardıç ağacının gövdesine. Hem çalar, hem de başlar keklik gibi ötmeye... Çevrede ne kadar keklik varsa toplanır başına, kimi sazına konar, kimi omuzuna... Bey bakar ki gerçek aşık, mal verir, davar verir. Mersin’in keklik konduran ozanları, keklik sekişli kızları, kızanları, omuzunda saz oba oba, köy köy gezenleri..ii
Bu çeşit örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Halk Musikisi: Macarların dünyaca ünlü müzik adamı Bela Bartok, 1930’lu yıllarda Toroslarda, Mersin yöresinde halk musikisi ile ilgili araştırma çalışmaları yapmış, ünlü bestekarımız Ahmet Adnan Saygun da ona yardımda bulunmuştur. Bartok ülkesine döndükten sonra yaptığı çağdaş bestelerde, Türk halk musikisi motiflerinden yaralanmış ve bunu dünyaya ilan etmiştir. Alman Etnomüzikoloğu Dr.Kurt Reinhard’ın, halk musikisi ile ilgili geniş çalışmaları vardır.
Halk Oyunları: Yöre halk oyunları toplulukları, yurt dışında iştirak ettikleri yarışmalarda daima birincilik ödülünü kazanmışlar veya en kötü ihtimalle ilk üç dereceye girmeyi başarmışlardır. Yurt dışındaki halk oyunları yarışmalarında, yabancıların başını döndüren oyunlarımızın başında Silifke Halk Oyunları gelmektedir.
Halk edebiyatı: İncelikte yüksek kültürün mahsulü olan divan edebiyatımızın seviyesine çoktan varmıştır. Bir Yahya Kemal'i alıyorsunuz :
Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın, diyor;
Bu şiirde varılabilecek bir seviyedir ama ne diyor bölgemiz aşıklarından Aşık İrfani:
Uz bas kunduranı yer incinmesin,
Tara zülüflerini bel incinmesin..
Aşık İrfani ile diğeri arasında 100 yıla yakın fark vardır.
Karacaoğlan’da başka güzellikler görürüz: Bir güzel düşünün, bir bahçeye giriyor. O kadar güzel ki, o bahçenin içerisinde gül “en güzel benim” diyor. Kasıntı halinde, menevşe aynı şekilde:
Salınıp bahçeye girdi
Hep çiçekler selam durdu
Mor menevşe boyun eğdi
Gül kızardı hicabından
Gülün kasıntısını bile ayıplıyor. Bir başka sevgi kıskançlık:
Bulut bulut üstüne
Bulut yağmur üstüne
Bulut Al1ah'ını seversen
Yağma yarin üstüne
O yana bu yana bakma
Beni ateşlere yakma
Elini koynuna sokma
Seni senden kıskanırım
Halk şiirinin inceliğine girdiğimiz zaman güzelliklerin en mükemmelini bulmaktayız.
Atasözleri: Atasözlerimizde hayat gerçeği yatar. Sadece Mut yöresinden derlenmiş deyişat örneği verelim:
Yağmur gönenine ekilen darıdan
Gün dönümünden sonra oğul veren arıdan
Kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez
Mahalli Kelimeler: Mahallinde kullandığımız bir kelime var “seki”, toprak. Seki en az sekiz on yerde kullanılıyor. Seki diyoruz, “basamağı sekmek” diyoruz, fiil anlamında “sekmek” diyoruz, yere konmuş çuvala “seklem” diyoruz. Başka, bazı evlerde vardır, üzeri toprakla örtülü “seki altı” diyoruz. Bir tek seki kelimesinden 8-10 çeşit kelime üretmek mümkün oluyor. Bu bizim dilimizin zenginliğidir.
Mutfak: Yoğurdun bir özelliğni belirtelim. Davar yoğurdu toprak çömlek içine konup ağzı iç yağıyla dondurularak, havayla irtibatını kestikten sonra çömlek, toprağa konuluyor. Gözeneklerinden aldığı sızıntıyla katılaşıp kalıyor. Kış gününde ihtiyaç olduğunda ağzından kırılıp ihtiyaç kadar alındıktan sonra aynı şekilde kapatılıyor. Böylece kış gününde davar yoğurdu yeme imkanı buluyorsunuz
Mutfağımızda bir bulgur hadisesi var. Bir arkadaşımın anlattığına göre 1965'de bir heyet bizim bulgurumuzu inceliyor. Sebep şu, uzun sürecek bir nükleer savaşta Nato ülkelerinin yiyecek meselesi. Neden bulgurun üzerinde duruyorlar? Bulgur kaynatılmadan önce yıkanıyor, güneşte kurutuluyor, değirmenden çıkınca yine kurutuluyor, yemeden önce kaynatılıyor. İşte bizim mutfağımızın 1000 yıllık hediyesi.
Mezar kültürü: Ölümde en çok tabiiliğe yaklaşma hadisesi vardır Cenazeyi yıkamada kullandığımız kap “kevgir” dediğimiz kabak bıçakla açılmaz. Taşa vurulunca kendiliğinden bir delik açılır, su bununla ölü üzerine dökülür. Mezara gidersiniz cenaze kabre konur, taş veya mertek aralarına çamur konur, toprak cesedin içerisine dökülmesin diye. Orada da tabiiliğe dikkat edilir, çamur sıvanmaz, atılır. Ateş yakılır, söndürülmez. İnançla bağlantılıdır, cenazenin suyunun ısıtıldığı bu ateş kendiliğinden sönmeye bırakılır. Bu hem işarettir, ölü evinin belirtilmesi bakımından, hem de “ocak sönmesin” biri gitmiştir, bir başka daha gitmesin.
Köy mimarisi: Aşiretten yerleşime, yörüklükten şehirleşmeye geçişte tarım arazisi kullanılmaz. Eski köylerimizin hiç birisi tarım arazisi üzerine kurulu değildir.
Düğün türküleri: Yörede klarnetle Cezayir çalınır. Neden Cezayir? Düğünde gelinin çıkış bölümüne bilerek monte edilen Cezayir türküsü, eskiden Cezayir’e gidenler geri dönmezdi de ondan. Anadolu insanı için bu bir manasız savaştır, Cezayir'e giderken gelin kocasını, ana kuzusunu geri dönmemek üzere yolcu etmiştir. Baba evinden çıkan kız da yeni evinin kadını olacaktır. Kadın baba evine tekrar gelmeyecektir. Orada bir niyaz vardır. “Al başınla git, ak başınla gel”, yani saçın ağarıncaya kadar buraya gelme.
Halk hekimliği: Cilt kanserinin yöremizdeki adı “göğündürme”dir. Yanmadan mütevellit gövünmedir. Gövündürme diye de bir ot vardır. Yüzde yüz tedavi edici özelliğe sahiptir. 0, kocakarı ilacıdır deyip geçmemek lazımdır. Mesela küflü peynir bugünkü penisilinin mayasıdır.
Hayvancılık: Bir ilginç olay. Mut'ta Alagöz adında Hacahmetli köyünden bir vatandaş Silifke'de bir eve misafir olur. Evdeki kilimin üzerinde elini gezdirmektedir. Onun bu halini dikkatle izleyen ev sahibi Ne oldu?, Neye bakıyorsun? “Yahu bu çulun kılı benim davarın kılına benziyor”, da.. “insaf yahu olur mu hiç!.”, “hani, bana öyle geldi de..”. Sonraları araştırılır ki Alagöz Koca’nın davarının kılından yapılmadır. İşte yöre insanı, davarının kılını tanıyacak kadar dikkatlidir…
BİR KÖKLÜ GELENEK, YÖRÜKLER:
Biz biraz da bölgenin hakim kültürünü oluşturan Yörük-Türkmenlerden bahsedelim isteriz.
Çağımızın hızla değişen koşulları onların yaşamında donmuş kalmış gibidir. Uygarlığın nimetlerinden pek azını kullanırlar. Bolkarların karlarla kaplı koyaklarını her yaz, yurt yurt, yayla yayla, çadır çadır paylaşırlar. Ve dağların birliğini yüzyıllardan beri yalnızca onlar sağlarlar, gizlerini de bir tek onlar bilirler. En saf, en ak pınarların gözlerine yalnızca onların ağızları değer, onların gölgeleri düşer. Ağıtlarında Yunus Emre’yi, Pir Sultan Abdal’ı, sevinçlerinde Karaca Oğlan’ı, masallarında da Dedem Korkut’u anlatır, söylerler. Poyraz ve rüzgar yakığı yüzleri, yeşilken kendi fidesinin üstünde kararan biberler kadar mor ve siyahtır. Boyları bodur çalılar örneği kısa, küt ve sağlamdır. Toros kayılıklarının direncini, özelliklerini taşırlar sanki. Giyimleri, kuşamları meyveli kiraz dalından farksızdır, abaları bir renk ve nakış yüküdür..iii
TÜRKİYE’NİN SON KONAR-GÖÇER OYMAĞI: SARIKEÇİLİ YÖRÜKLERİ
Mersin’de Türkiye’nin son konar - göçerleri, Sarıkeçililer yaşamaktadır. Bugün geriye sadece 50 hanelik bir Sarıkeçili ailesi konar - göçer hayat sürmekte, bir başka ifade ile topraksızdır. Hayatları, bütün bir yıl yayla-sahil konup göçmekle geçmektedir. Kışları Aydıncık - Silifke – Gülnar - Anamur sahillerinde; yazları da Konya’nın Seydişehir - Beyşehir yaylalarında kira ile yazlamaktadırlar.
Sarıkeçililerin bütün varlığı deve, davar ve deve sırtında taşınan ev eşyalarıdır. Sabah gün doğmadan çadırlar sökülüp, develere sarılır, öğleye yakın müsait bir alana çadırlar kurulur. Ertesi sabah aynı uygulama yenilenir. Bazı konaklamalar 2 günü bulabilir. Genellikle göç yolları bellidir. Yolun geçtiği köylerin muhtarlığından geçiş izni alırlar. Her geçtikleri ilçede adamları vardır. Bu vasıta ile sürünün aşısı ve doğum ölüm gibi işlemleri yapılır.
Yolculukları süresince güneşe bakarak saatlerini tesbit ederler. Kendilerince geliştirilen takvimlere bakarak ve geceleyin yıldızların durumuna göre hava tahminleri yapılır. Kimi fırtınalar yaklaştığında çadırlar kaldırılamaz, kimi belli günlerde de sürüler güneşe çıkarılmaz.
Düğün ve cenaze merasimleri en yakın köyde yapılır. Ölüleri hayvan sırtında yakın bir köyün merzarlığına taşınıp gömülür, ölüleri dağda bırakma adeti yoktur. Düğün için kız tarafı başlık alır. Başlık deve ve keçi olduğu gibi kısmen altın ve nakit para da olabilir.
Kış aylarında kaldıkları mevkiler, baharda göçtükleri yerler, hayvanlarının daha rahat etmesine bağlıdır. Hayvanların ölümüne neden olan kene yüzünden bir kış kışladıkları yurtlaklara gelecek yıl konamazlar. Bir başka ifade ile her kış kışlakları, her bahar göç yolları değişecektir.
Her geçen gün tarım alanlarının genişlemesi, devletin orman dikim çalışmaları ve en önemlisi çağın gereği bu hayatı sona erdirmeye zorlayan etkilerle Sarıkeçililer hızla tükenmektedir.
BİR YERLEŞİK OYMAK: TAHTACILAR
Taşeli yöresinde tahtacılar da yaşamaktadır. Silifke (Kırtıl) Bahçe obası, Mut Köprübaşı, Kumaçukuru, Sinamış, Ermenek, Anamur Bozyazı (Bahçeyokarısı) ve Gür (Sarıkavak) Tahtacılarıiv başlıcalarıdır..
Tahtacılar daima ormanlarda yaşarlar. Üç beş katırları ve merkepleri vardır.Yegane sermayeleri bu hayvanlarla baltaları ve bıçkılarıdır.
Mersin Kızılkaya’da yaptığımız söyleşide bir tahtacı erkeği bize şunları söyledi:
“15-16 yaşındayken ıkrar verdiğimiz, dedelerimizin verdiği nasihattan çıkmamağa, eline, beline, diline deyi yemin ederdik. “İkrarın var mı, yok mu” derlerdi. Bir adam “ikrarım var” derse söylediğine de inanırlardı. “İkrarım yok” dedi mi “yularsız eşeğe benzer” derlerdi.v
HALK MİMARİSİ
Mersin Evleri: Mersin, bir 19. yüzyıl kenti olması nedeniyle daha önceki yüzyılların getirdiği geleneksel Osmanlı dokusuna sahip değildir.vi
Mersin evlerinde cephelere önem verilmiştir. Simetrik görünüşlü cephelerde ana giriş, bazen kemerlerin içinde yer alan, bazen üçgen alınlıkla taçlandırılmış, iki yanı sütunlu kapılarla vurgulanmıştır. Çift kanatlı pencerelerin yanısıra, ikiz kemerli veya oval pencereler ve mutlaka bunlarda yer alan pancurlu kepenkler sokak cephelerinin değişmez özelliğidir. Kuşkusuz, bu cephelere hareket kazandıran en özgün öğe, giriş üstünde yer alan cumbalar ve balkonlardır. Bazen üçgen alınlıkla taçlanan cumbalar, konsolların taşıdığı ahşap, kapalı balkonlar, demir şebekeli açık balkonlarıyla Mersin evleri, 19. yüzyıl sonları konut mimarisinin tipik örnekleridir.
EL SANATLARI
DOKUMACILIK: Mersin yöresinin bir yörük cenneti olduğunu belirtmiştik. Bunların büyük bir kısmının toprağa yerleşmesine karşılık özellikle yaz aylarında yaylalara göç, vazgeçemedikleri gelenekleridir. Onların vazgeçemedikleri yalnızca göç değildir elbette, eski hayatlarının pek çok parçası ile birlikte dokumalarıdır aynı zamanda .
Yörede, Mekikli, Mekiksiz, Çarpana ve Kirkitli dokumaların en güzel örnekleri dokunur. Şimdi bazı dokuma örneklerinden kısaca bahsedelim:
A - KİRKİTLİ DÜZ DOKUMALAR
KİLİM: Yöre dokumacılığının en güzel örneklerini veren kilimler, üzerindeki yanışlarla bir başka güzelleşirler. Bu yanışlar hiç bir yerde duramayan, göze en ufak ziyan vermeyen, gezgin, göçebe duyguIar, ürkek, çocuksu, saf renkler, bir uçtan öteki uca yanıp tüterek, kalın ısdar tarağının ağzından kurtularak, çılgınca akmışlar kilimin üstüne. Birbirinin içine girmiş, pişmiş renkler, düğüm ve ilmeklerle kardaşlaşıp kaynaşarak, sonsuzluğun içinde yok olup erimekte. Küçücük parçalardan oluşan nakışlar; yer yer sıçramalar yaparak, kusursuz bir bütünlük meydana getirmekteler.vii
ALAÇUVAL: Geç kızların çeyiz eşyası arasında baş sıralarda gelir. Çok zengin bir renk ve motif hazinesi halindeki ala çuvalların gerek motif gerekse renk uyumu yönünden, Türk kadınının iç dünyasına açılan penceredir diyebiliriz. Çadırların genellikle sağ köşesine konulur. Çadıra girişte rengarenk yanışlar bir tablo gibi insanı kendine cezbeder. Renkler ve motifler cıvıl cıvıl ötüşür, sıcak bir sevgi sarar ruhu; her yanış bir duyguyu fısıldar; sükunet, haz, aşk, dostluktur bu. Bir sıra yanış sizleri nazardan korumak için, bir sıra yanış sihirden korumak, biri güçlülüğünüze, biri sevdiğinize kavuşmaya hep dua edecektir.
KIL ÇUVAL: Ala çuvallar genellikle giyeceklerin korunma ve saklanmasında kullanılırken kıl çuvalları tahıl, yiyecek kapları gibi eşyanın taşınması ve konulmasında kullanılır. Atkılığı ve çözgülüğü kıldan oluşur. Üzerine esasen (yanış) konulmaz. Eğer yanış kullanılacaksa basit olduğu için bıtırak, sinek, meneğ, şakka yanışları tecih edilir
UN ÇUVALI: Un çuvallarının atkılığı ve çözgülüğü yün veya pamuktur. İçine yiyecek maddeleri konulan bu çuvallar, deve veya eşeğe yüklenerek taşımada da kullanılacaktır. Bıtırak, sinek, şakka, meneğ, sığır sidiği yanışlarını çuval üzerine serpiştirilmiş halde her zaman görmek mümkündür.
ÇUL: Yörüklerde ev sergisi olarak çul yerine kilim kullanma geleneği zayıftır. Yer döşemesinde keçe kullanıldığını belirtmiştik. Buna rağmen sergi için veya eşya örtüsü için her aile birden fazla çula sahiptir.
SOMAT: Üzerine konan leğen içinde hamur yoğrulur. Saçta pişirilen ekmekler arasına konarak kuruması önlenir; kurumuş ekmekler elle sulanıp arasına konarak yumuşatılır.Yemekler, üzerinde yenilir.
SECCADE: Islamiyetin kabulünden sonra Türk dokuma türleri arasına giren seccadeler, "farda" tekniği ile dokunur. Yani iki yüzü de aynı görüntülüdür. Genellikle "farda" ve "saksağan" yanışlarını kullanmak tercih edilmiştir.
HEYBELER: Çobanların içinde yiyecek taşıması, alış-veriş merkezlerinden karşılanan ihtiyaçların eve getirilmesi, yerleşim yerine uzak olan pınarlardan alınıp kaplara konulan suyun taşınması gibi pekçok fonksiyonu olan heybeler, bütün yörüklerde vazgeçilmez bir dokuma türüdür.
MUZ LİFİYLE DOKUNMUŞ KİLİM: Bozyazı’da önemli bir ekonomik gelir kaynağı olan muz bitkisinin dış gövde kabukları sıyrılarak ince parçalara dönüştürülür. Bu parçalar suda uzun süre ezilerek yıkamaya tabi tutulur, lif haline getirilir. Biriken lifler güneşte kurumaya bırakılır. Kuruduktan sonra “Eğirtmeç” le eğirilir ve ip haline getirilerek yumak biçimine dönüştürülür, “Istar” adı verilen ağaç dokuma tezgahlarında değişik boy, ebat ve desende dokunur. Şimdiye kadar başka bir yerde örneğine rastlanmayan kilimden bugün için elimizde 2 adet bulunmaktadır. Örnek kilimlerin ebatları:1. Kilim 3x4 m, 2. Kilim 2,5x3,5 m2 ebatlarındadır.
TÜLÜCE: Saçak yünler, ayrı ayrı renge boyanır. Düğümlemek için direziden geçecek yünler 3’er kirtilir. Baklava dilimleri başta olmak üzere geometrik desenler verilir. Tülüce çobanları soğuktan koruyucu, soğuk havalarda ve yaz günlerinde dışarda oturmak için yer yaygısı olarak kullanılır.
B – MEKİKLİ DÜZ DOKUMALAR:
ABA (BEYNAMAZ (Bİ-NAMAZ) ABA): Düz dokuma tekniğine girmek istediğimiz bu bölümde, Türkmenlerin büyük çoğunluğunun şalvar veya ceket olarak kullandığı “Aba” lardan kısaca söz etmek isteriz.
“Çulfalık” denilen dokuma aleti ile dokunur. Yaklaşık 50cm endedir. Kaldırıp bakıldığında arka taraf görülebilir. Elyafların birbirine kaynaşması sonucu elde edilir. Başlangıçta soğuk su dökmek suretiyle 1 saat süreyle bisiklet pedalı çevrilir gibi karşılıklı ayak tabanları altında ezilir. Daha sonra, salıncak ipi gibi yüksek bir yere asılır. İki ucu birbirine dikilerek arasına 20-30 kg ağırlıkta bir cisim konulur. Bu ağırlık depme sırasında meydana gelen kırışıklıkları nispeten telafi ederken; depmenin her tarafının da aynı düzeyde pürüzsüz olmasını sağlar (bir nevi ütülemedir). Asılı halde suyu da çekimektedir. Depme için soğuk su yerine ilk anda sıcak su kullanıldığı taktirde “siğilenir” yani pürüzlenir. viii
SAVAN: Culfalık denilen yer tezgahlarında dokunur. Bu örtü, 60-70 cm olan üç enin yan yana dikilmesi ile istenilen boyda yapılmaktadır. Milli kültür değerlerimizden olan çulfanlığın tarihi Orta Asya Türklerine kadar dayanır. Savan genellikle halı ve kilim üzerine serilen örtüdür.
Savanın dokunduğu culfalık tezgahında çeşitli giyecekler için “kumaş”, “battaniye”, “havlu”, “çıpıt” denilen yolluk, “güdük” denilen erkek gömlekleri, “Peşkir” denilen yüz havlusu, “Savan” denilen ince kilim, “Göynek” denilen iç giyim ve dokunmaktadır.
C - KEÇE: Dokunmamışlar grubunda yer alan bir el sanatı ürünüdür. Yün yayda atılır. Çıkan belli miktardaki yün, yayın çubuğuyla (çirti) yerden yuvarlanarak bir kenara götürülür. Çirtiyle toplanmış bu yüne “Dulup” denilir. Yapılacak keçenin boyunda yere serilen çulun üzerine, yaklaşık 10 cm kalınlıkta duluplar yerleştirilir. Üzerine su serpilir. Amaç yünün birbirini tutmasıdır.
Kalıplaşan yün (keçe) yumruk büyülüğünde döşenmiş taşlar üzerine serilir. Bir kenarı yarım turla içe bükülür. 8-10 kadın bu bükülü kısma dizleri üzerine oturarak kollarının bilekle dirsek arasına korlar. Ellerini yakmayacak ısıda tutulan suya kolları altındaki keçe üzerine dökerken, kadınlar, hep birden bir ileri bir geri ezmeye başlarlar. Bu durum keçenin ilk başlanılan kısmından bitimine kadar sürer. Ne kadar tur devam ettirilebilirse keçe o kadar iyi olacaktır.
Keçeler kara çadırların üst, yanlar ve arka kısmının kapatılmasında kullanılır. Yağmuru geçirmez, soğuk ve sıcağı ayarlı tutar. Çobanlar için “kepenek” yapılır. Betonarme ve toprak yapılı evlerin tabanına serilerek soğuğun etkisinin azaltılması sağlanır. Hayvan semerlerinin iç kısımlarında kullanılır.
D- ÖRÜCÜLÜKBölgede Şiş, Tığ, İğne ve Mekik örücülüğü; Ayrıca, köy düğümü (bağlama), Ağ yapımı ve Bitkisel örücülük oldukça yaygındır. Bunlar arasında yer alan iğne oyalarından biraz bahsedelim:
İĞNE OYALARI: Daha çok Çamlıyayla ve Tarsus ilçelerinde yapılır. Ulamalar, (çokca namaz örtüleri için yapılan ve birli zincir şerit üzeride çiçek meyve vb. yerleştirilerek hazırlananlar); daha büyük yapılı ve baş süslemelerinde kullanılan hotozlar; göğse, başa takılan (bir veya birkaç çiçeğin buketi), saksı ve kır çiçeklerinden esinlenerek yapılan başörtü kenarlıkları başlıcalarıdır. Bunlar için stilize edilmiş bitkiler, çeşitli geometrik şekiller, sebze ve meyvelerden örnekler kullanılır. Ayrıca sembollerin de yer aldığı oyalardan başka “Türkan Şoray’ın Göbeği”, “Zeki Müren’in Kirpiği” gibi benzetmeler de yapılmaktadır.
MERSİN'DE MUTFAK KÜLTÜRÜ
Yörüklerde sabahları yufkadan daha küçük ve daha kalın biçimde “Bazlama”, yapılır. İçine çökelek, peynir veyahut etten kavurma, soğan, taze biber, domates gibi yiyecekler koyarak “Çomaç” ederler ve yerler. Buna “sıkma” da denir.
Et yemekleri çoğu vakit öğle yemeklerinde yenilir. Ramazanda iftar vaktinden yarım saat önce iftar sofrası hazırlanır. İftara, ateş görmemiş yemekler ve yahut tatlı; zeytin tanesi, hurma, elma, incir gibi yiyeceklerle başlarlar.
Köylerde ve yörük obalarında yemek yeneceği zaman yere sofra veya somat dedikleri dokuma bir yaygıyı serilir. Üzerine sini varsa konulur, yoksa sofranın kenarlarına kaşık ve ekmek konulur. Bütün aile efradı sofraya oturarak yemeği birlikte yerler. Büyük kim ise yemeğe önce başlar.
YİYECEKLER
Mersin yöresinin kendine özgü, lezzetli yemekleri vardır. Yemeklerde buğday ve buğdaya dayalı mamüller önem taşır, Et ve sebze yemekleri de çok çeşitli ve lezzetlidir. Sebze yemeği olarak ekili sebzelerin yanında kırda kendiliğinden yetişenlerler de tercih edilir.
Mersin mutfağının temel özelliği bol baharatlı yemekleri ve yemek üstüne yenilen tatlılarıdır.
Şimdi Mersin yemek çeşitlerinden bazılarını belirtelim:
-
Buğday ve buğdaya dayalı yiyecekler
Sosyal seviyesi ne olursa olsun, hemen her ailenin mutfağında buğday mamülü eksik olmaz. Özellikle bulgurun bu kadar yaygın olarak benimsenmesi öteden beri süregelen bir ananenin devamıdır. Çukurova'ya ilk yerleşmelerin, büyük çoğunluğunun göçebe olduğunu düşünürsek, bulgur ve ona verilen önem daha kolay anlaşılır.
Türklerin bölgeye yerleştikleri zamanlarda, Çukurova kısmen bataklık, sazlık idi. Buralara gelen Türkler yaşamaya daha elverişli olan dağlık bölgeleri tercih etmişlerdir.
Dağlık arazide her zaman yiyebilmek için, sebze, meyva bulmak zordur. Üstelik bulgur ve unun kalori bakımından daha güçlü olması, her zaman hazır olarak bulundurulabilmesi, taşımasının kolay olmasından dolayı tercih edilmiştir.
Mersin'de bulgura dayalı yiyecek türlerinin başlıcaları:ANALI KIZLI, KISIR, BATIRIK , ÖĞCEL, SİNİ KÖFTESİ, FELLAH KÖFTESİ, LEPE (LAPA, YUMURTALI KÖFTE, SUSAMLI KÖFTE, ETLİ DÖĞME PİLAVI, KEŞKEK, GAVIRGA, KAPANA HUMUS YEMEĞİ, ERİK YEMEĞİ, TOPALAK ÇORBASI, YÜZÜK ÇORBASI, TATAR ÇORBASI,.
Yörede, kış aylarında yapılan bir yemek çeşidinden söz edelim:
ARABAŞI:
Tavuk pişirilir, tavuk suyuna bir miktar salça konur, kaynamaya bırakılır. Başka bir tavada biraz un, tereyağı ile kavrulur, soğumaya bırakılır.Yine bir başka kaba yağ konur domates salçası ve biber kavrulur ve kaynamakta olan tavuk suyuna eklenir. Soğumaya bırakılan kavrulmuş un da et suyuna karıştıra karıştıra konur. Küçük parçacıklara ayrılmış tavuk eti de ilave edilerek iyice kaynatılır. Arabaşı çorbasının en önemli özelliği acı olmasıdır. Bu nedenle acı biber, karabiber konmalıdır. Limon da konur.
Bu arada hamur için tencerede su kaynatılır. Bir kişi kaynayan suda ayran çırpıcı kullanırken veya oklavayı iki el arasında dönderirken bir başkası, elenmiş yerli unu azar azar suya seper. Muhallebi kıvamına gelinceye kadar karıştırılarak kaynatılır. Parlak olması için, ateşten indirilmeden önce bir bardak soğuk su dökülerek biraz daha kaynatılır. Islak tepsiye boşaltılarak soğuyup donması beklenir. Servis sırasında baklava dilimi biçiminde kesilen hamur, çorba kasesinin yanında konuklara ikram edilir. Kaşıkla alınan hamur, çorbayla birlikte yenir.
Arabaşı bir çorbadır, şimdilerde tavuk çorbası adıyla lokantalarda satılmaktadır. Arabaşı uzun kış geceleri arabaşı, vazgeçilmez bir eğlence kaynağıdır. Soğuk kış gecelerinde arkadaşlar arasında “arabaşı sırası” tertib edilerek kışın yükü hafifletilmeğe çalışılır. Arabaşı sırası kendisine gelen ev sahibi daha sabahtan hazırlığını yapmaya başlar, tavuğunu keser, bulamacını çalar, çorbasını pişirir. Yüzük oyunu bittikten sonra siniler üzerinde bol acılı, ekşili, arabaşı çorbası gelir. Şakalaşa şakalaşa içebildikleri kadar çorbayı (bulamacı ile beraber) içerler..
B) ET VE SEBZE YEMEKLERİ:
Et Yemekleri: Mersin'de “Et yemeyenin kuvveti azalır ve gözünün feri gider” diye bir inanç vardır. Bu sebeple et yemekleri beslenmede önemli bir yer tutar. Davar, koyun, deve, sığır ve balık gibi hayvanların eti daha çok yenir. Et yemekleri çok vakit öğle yemeklerinde yenir. Hayvanların geviş getirmeyenlerinin etini yemezler.
Yörede en yaygın etli yiyecekler arasında yer alan bir yemekten söz edelim:
TANTUNİ: Mersin yöresinde yaygınlığını koruyan sıkma ve börek gibi yiyecekler kolay ve çabuk hazırlanmakta, ayaküstü yenilebilmekte ve hamur işi olduklarından uzun süre tok tutmaktadır. Özel yiyeceklerimizden olan kebap türleri de yörede ayaküstü yenilebilecek dürümler şeklinde hazırlanabilmektedir. Türkmen Sıkması, Kara kavurma, Et Sote, Sebzeli Kavurma’nın sentezinden oluşan Tantuni, Arapça yumuşak yemek manasına gelir.
Tantuni, dananın kaburga ve koldaki yağlı ve siyah kısımdan alınan nohut kadar doğranmış etinden yapılır. Et bir tepsi içinde suyunu çekinceye kadar haşlanır. Haşlanan et tepsinin kenarına çekilir. Müşteri talep ettiğinde pamuk yağı ilave edilerek kızartılır.. Garnitürü soğan, domates, maydanoz ve naneden oluşur. Açık ekmeklerin orta kısmına sıra halinde soğan konur. Bunun üzerine ufak doğranmış domatesler, yıkanmış maydanoz ve nane yerleştirilir. Kızartılmış et kaşıkla bunların üzerine serpilir. Limon suyu, tuz, kırmızı, acı, toz biber ekilerek dürüm yapılır. Oval dürümlük ekmek ortadan ikiye katlanarak yarıya kadar sarılır ve müşteriye verilir. İsteyene ayrıca bir parça limon, süs biberi veya biber turşusu verilir. Müşteri dürümü özel bir tutuş şekliyle yer. Tantuniyi ilk kez yiyenler bir tutuş şeklini bilmediklerinden, çokca tantuni suyuyla elbiselerini lekelerler..
Damak zevkine uygun olan tantuni kolay, ucuz ve kısa zamanda karın doyurup uzun zaman tok tutan bir yiyecek olduğu için, çağdaş yaşamdan gelen bir sorunu da çözmüştür.
Sebze Yemekleri: Sebzeden yapılan yemeklerin hazmı kolaydır bu yüzden hastalara ve çocuklara daha çok yedirirler. Sebze yemekleri akşam daha çok yenilir. Yenilen başlıca sebzeler; Pancar yaprağı, Hardal, Semizotu (Tohum Eken-tokmakan), Ebegümeci, Akkulak, Kuzukulağı, (Ekşi kulak, İlibada), Kuş teresi (Kuş yemliği-tatlı ot), Semizotu, Küncü Güzeli (Cücü bağırsağı- Cücü gözü), Bahar otu, Tatlı ot ve Isırgan başlıca sebzelerdendir. Sayılan bu sebzelerle en çok Börek Yapılmaktadır. Semizotu, Karavak, Baharat otu, Kıvrışık, Küncü güzeli, (cücü bağırsağı, cücügözü), Selleme (suteresi)ve Lahanadan da Salata Yapılmaktadır.
Şimdi çok leziz bir yöresel sebze yemeği tanıtalım:
GÖVELEZix: Gövelez soyulur, kırılarak bıçakla doğranır, üzerine limon sıkılır. Sulu salçalı olarak pişirilir. Ayrıca etli, nohutlu veya kuru fasülyeli de pişirilebilir. Ayrıca gövelez kızartması yapılır, üzerine cevizli, sarımsaklı ekşili talator yapılır, kızartılan gövelezlerin üzerine dökülerek servis yapılır.
Diğer bazı sebze yemekleri: SUSAMLI TURP OTU YEMEĞİ, DOLMALAR ( Patlıcan, Domates, Kabak ve Dolmalık Biber), SARMALAR, BABUKANNUŞ (patlıcan gömmesi)
C-Tatlılar - İçecekler: Tatlılar içinde Mersin’le özdeşen Cezerye üzerinde biraz durmak isteriz.
CEZERYE: Türkiye’deki hemen her yiyeceğin kendine ait bir hikayesi vardır, bilirsiniz. Kimi yüzyılların mutfak geleneğidir, kimi merak sonucu bulunmuştur. Kimi de başka diyarlardan gelir adı zamanla yeni ülkesiyle; yeni ustasıyla anılmaya başlar. İşte bizim cezeryemiz bu son grupta yer alır ve cezerye hem Mersin hem de Halil Usta demektir.
Halil Ustanın çok ünlü cezeryesinin öyküsü, Mersin’in Kiremithane Mahallesi’ndeki ufacık bir evde başlar. Gün gelip de “yetti artık” diyene dek şekerleme ve helva imalatıyla uğraşır Halil Usta. Nedense kendini biraz kısıtlanmış hisseder. Daha özgürce dolaşabileceği, daha keyiflice sürdürebileceği bir işin peşine düşer. Aklına seyyar dondurmacılık gelir. Evinde dondurma yapmaya başlar ve bugün bile “Dondurmacı Halil Usta“ olarak tanınmasına neden olan ününü o yıllarda kazanır. Sonra dondurmacılık da yetmez Halil Ustaya, cezerye yapmayı koyar kafasına. Yıl 1961’dir. O zamanlar kilosu 5-10 liradan ve günde on kilo kadar satılmaktadır .
Halil Ustanın cezerye satış miktarı giderek günde 1 (bir) tona ulaşmıştır. Ama hala mütevazı esnafın içtenliğiyle çok önem verdiği bir ayrıntıyı sık sık hatırlatıyor: “Bakın cezeryeyi Türkiye’ye tanıtan Bahriyelilerdir”. Buraya uzun olsun, kısa olsun askerliğini yapmaya gelen denizciler sayesinde Türkiye cezeryeyi tanıdı. Mersin’den evlerine dönerken yanlarında hediyelik bir şeyler götürmek isteyen, bizim cezeryeden alıp gitti.
Halil Ustanın 1974 yılında Ankara’da düzenlenen gıda fuarında en iyi besin olarak altın madalya kazanan cezeryesini Türkiye’nin diğer şehirlerinde ve yurt dışında bulmak ne yazık ki mümkün değil. Kaliteyi düşürmemek için ihracata ve başka kentlerde şube açmaya yanaşmıyor ustamız. Ama Mersin’e yolu düşenleri yine de dükkandan cezerye almaya ve ülkelerine götürmeye davet ediyor. Çünkü tatlı oda sıcaklığında 3-4 ay tazeliğini koruyabiliyor.
Arabistan’daki hurma ağaçlarını dingin gölgelerinden çıkıp Mersin’e gelen; bahriyelilerin çantalarına sokulup tüm Türkiye’yi gezen cezeryenin öyküsü bu kadar. Sizlere afiyet olsun. Halil Ustanın diğer öyküleri ve hoş sohbeti de bize kalsın!
Cezerye, içine havuç, şeker,çok az miktarda limon tozu ve kabukları soyulmak kaydıyla fındık, ceviz, badem, fıstık gibi kuruyemişler konan bir arap tatlısı. Ama artık Araplar bu kadar tatlı ve lezzetli cezerye yapamıyorlar.”
Mersinlilerin en çok sevdikleri tatlılar arasında. SARI KABAK KOMPOSTOSU, PALIZA, BANDIRMA VE NUSKA, UN HELVASI yer almaktadır.
İÇECEKLER:
KENGER ve KAHVESİ, SAMSIRAx HELEŞ, KARSAMBAC xi sayılabilir.
EKŞİ ELDE ETME:
Yörede ekşiler çeşitli meyvelerden, farklı usüllerle elde edilmekteditir. Bunlar arasında Nar ekşisi en çok yapılan ve tüketilendir. Halk arasında renginden dolayı "Kara Ekşi" diye de anılır. Eylül-Ekim aylarında tam olgunluğa eren ekşi narlar toplanır zarı kesilerek daneleri koçanından ayrılır, alınan daneler bez bir torbaya konularak (bu iş için özel yapılmış ) bir teknede çiğnenir. Böylelikle çekirdeğinden ve posasından ayrılan şurup kaynatılarak ekşi elde edilmiş olur. Koruk, Sumak, Dut Kızılı, Dağ Eriği, Çökelek Ekşisi de diğer ekşi türleri arasında sayılabilir.
SAKIZLIKLAR:Damla Sakız: Yörede “sakızlık” denen, sakız ağacının gövdesinden sızan özsu ilkin şeffaf bir sıvı iken hava ile temasından sonra katılaşmağa başlar.. Çiğneme kıvamına kadar katılaşan sakızlar çocuklar, kızlar ve kadınlar tarafından toplanır. Toplama işlemi her mevsimde yapılabilir. Zevkle çiğnenen damla sakızın kendine has güzel bir kokusu ve lezzeti olur. Çiğnendikçe katılaşan sakıza bir parça balmumu katılarak kıvamı ayarlanır.
Kanak:Yaprakları tavşan kulağına benzer. İlkbaharda sarı çiçekler açar. Kanak bitkisi hemen her yerde olmadığı gibi tek başına da da olmaz.O bir aile gibi 80-100 kadar kök bir arada biter ki buna “kanak ocağı”denir. Kanaktan sakız almağa da “kanak kesme”denir.
Kanak kesme işlemi Temmuz-Ağustos aylarında yapılır. Bu işi de ekseriye çocuklar ve genç kızlar yapar. Bütün sakızlarda ölçü birimi “gevim”dir.
İmezik: Çam ağaçlarından iki cins reçine çıkar.Birinci sarı sakız.Bu acı ve yapışkan olduğundan çiğnenmez. Diğeri pembe renkli “İmezik”tir. Hem rengi hem rayihası hoş bir sakızdır. Sünmez.
İNANMALAR:Mersin’de yatişen bazı bitkiler halk sağlığında da oldukça yaygın bir kullanım alanı bulmaktadır ve halk bu bitkilerle ilgili çeşitli inanışlara sahiptir. Örneğin; Hindiba, Ebegömeç, Isırkan, Sirken, Kuzukulağı, Gırnaz, Melötöre, Mantar, Kuzu Göbeği, Dolaman, Semizotu gibi turfanda otları yiyenlerin çok yaşayacağına inanılır.
HEKİMLİKTE KULLANILANLAR:Kenger dedikleri yabani Enginar’ın tazesiyle yemek yaparlar; bunun kemale gelmiş tohumları da kahve yerine içilir, basura ve linete iyi geldiği söylenir. Kök boya otunun kökü çay gibi kaynatıp içilirse sancıyı giderir. Taze Kekiten çıkarılan su içilirse sancı geçer. Nanenin yapraklarını kaynatıp çay gibi içmek sancıya iyi gelir ve hazmı kolaylaştır. Papatya ve hatmi çiçekleri de kaynatıp içilirse sancıya ve mide hastalığına iyi gelir. Güve otu dedikleri güzel kokulu ot kaynatılıp içilirse mide hastalığını giderir. Ebe Gömeci, Isırgan gibi otlar yenilirse bağırsak kurtlarını kırar. Mersin'de turfanda bir bitki yenilirse ömürün artacağına inanılır. Sebzeyi çok yiyenin derisi parlak olur.
PÜSE: Çam odunlarının reçineli kısmından çıkarılır. Zeytin yağından daha koyu bir sıvı, siyaha yakın renkte kahve rengidir. Çok yapışkan, kendine has bir kokusu vardır. Yağda erir. Halk arasında “Kara Hekim” diye de anılır.
İltihaplı yaralara Püse ile sabun karıştırılarak pomat yapılıp sarılır. Yeni doğan bebeklerin göbeğine (düşünceye kadar) yağlı Püseye batırılmış bir kompres konur. Kabakulak’ta hastanın boynuna tuzlu Püse sürülüp deve yünü ile sarılır. Temreği (Ekzema)’de, Püse tuzsuz inek yağı, yumurta sarısı karıştırılıp pomat yapılarak her gün tatbik edilir Atların ayaklarında görülen bıçılgan (akıntılı bir yara) hastalığında Püse kullanılır. Hayvanlardaki uyuz hastalığı yağlı Püse ile tedavi edilir. Keçilerin ağzında Eski denen kuru kabuklu bir yara oluşur. Ona da yağlı Püse sürülür.
ZİFT: Püse’den yapılır. Püse teneke kutularda alevsiz ateş (Köz) üzerinde kaynatılır akide kıvamına gelince ateşten alınır. Zift katı ve siyah renklidir. Kulunç ağrılarına, Eyeği kemiği batmalarına, El Ayak çatlaklarına, yumuşatılarak zift tatbik edilir.
KÜL: Kül meşe, pinar gibi sağlam ağaç külleri çamaşır yıkamada suyun sertliğini aldığından sabunu iyi köpürtür. Yağı ve kiri erittiğinden temizlik kolay ve güzel olur. Yaraları tedavi edici özelliği vardır.
GİYİM KUŞAM SÜSLENME
Yörenin giyim kuşamında, öteden beri değişik etkiler görülmüştür. Ekonomik durum, etnik ayrılık, doğa koşulları başlıcalarıdır. Yöre nüfusunun büyük bölümünü oluşturan Yörükler yaşamın her alnında ve giyim kuşamda geleneksel özelliklerini büyük ölçüde korumaktadırlar.
Kadın giyimleri, Baş: Kadınlar başına dokuma kumaştan veya keçe’den yapılmış fes giyerler. Ön tarafı gök boncuklar ve altın pullarla süslüdür. Fesin alt kısmına alınlık dikilir veya bağlanır. Süslü ve altınlıdır. Kadının evli, bekar veya dul olduğu buradaki altınlardan anlaşılabilir. Gelinlerde sıra altınlar vardır. Genç kızlarda oyalar yer alır.Yaşlılarda ise altın dizileri olabileceği gibi gümüş dizilere de yer verilebilir. Fesin üstüne oyalı yazma örtülür.
İç giyim, Çiğ iplikten, culfallık denilen dokuma tezgahında iç göyneği dokunur. Bej, krem veya beyaz renkte olur. Yaka kısmı göğüse kadar açık ve düğmelidir. Yaka kısmının kenarları “yanış” (nakış)’larla işlenmiştir. Boyu diz üzerine gelecek şekildedir. Belden dize kadar olan kısım çeşitli desende ve renkte yanışlarla işlenmiştir.
Üç Etek, Meydani, Altıparmak ve Kemha denilen kumaşlardan yapılır. Uzun kolludur. Üçetek adı, bu giysinin belden aşağı olan kısmının 3 parçadan oluşmasından kaynaklanır. İç göyneği’nin üstüne giyilir.
Trablus (Darabulus) Kuşak, Deniz yoluyla ve Göksu Irmağı vasıtasıyla bölgeye ticaret malı getirip götüren Arap, Beyrut ve Trabluslu tüccarlar tarafından getirilmiştir. İpek Böcekçiliği sayesinde bölge kültürü üslubu içerisinde günlük yaşama geçirilmiştir. Renkli ipekten dokunur, uçları püsküllüdür ve üç eteğin üzerine bele bağlanır.
Bağcak,: Keçi kılından yapılmış değişik renkteki ipliklerden örülür. Uç kısımları püsküllü ve boncuklarla süslüdür. Bele darabulus kuşağın üzerine, sarılarak uçları arka kısma sarkıtılır.
Cepken (Salta), Kadife üzerine renkli sim işlemelidir. Önü açık ve kısadır, uzun kolludur.
Çorap, Kuzu yününden ağaç millerle örülür, genellikle beyaz ve krem renklidir, desenli olanlar da kullanılır.
Edik, Üstü sığır derisi altı köseledir. Tamamen el işçiliği ile yapılır. Genellikle kırmızı ve sarı renktedir.
Erkek Giysileri: Hoka (Başlık): Kuzu yününden örülür. Orta kısmı başa geçecek şekildedir, uzun iki ucu vardır. Uçlar, soğuk havalarda boyuna dolanarak soğuktan korur. Genellikle krem veya beyaz renktedir.
Kıl Haba, Kuzuların güz yününden dokunur. Bu kumaşa “şayak”denir. Şayak yün ile tepilerek kalınlaştırılır. Elde edilen tepme şayaktan haba dikilir. Bu habaya ”beynamaz habası” diyenler de vardır. Yakasızdır. Kol altı kol yenine kadar yırtıktır. Yenler kıl iplerle bağlanır. Namaz için abdest alırken çıkarma kolaylığı sağlasın diye böyle yapılmıştır.
Şalvar, Kıl habanın kumaşından dikilir. Kalça kısmı geniş, paçalara doğru daralma görülür. Bel göklü bükme ve alacadan kesilmiş uçkurlarla bağlanır.
İç Giyim: Gömlek, Çiğ pamuk ipliğinden çulfallık denilen dokuma tezgahlarında, beyaz ya da krem üzerine sarı veya mavi çizgili dokunur. Sarı çizgili olanlara “İpekli Bükme” mavi çizgili olanlara “Göklü Bükme” denir. Yaka kısmı “hakim yaka” dır..
Kuşak, Beyaz kuzu yününden örülür. Uçları püsküllü olup şalvarın üzerinden bele sarılır, bir ucu sağ taraftan aşağıya doğru sarkıtılır.
Çorap, Beyaz kuzu yününden tek bir ağaç mil ile örülür. Üst kısmında siyah ve kahverengi renklerde desenler işlenmiştir. Diz altına kadar şalvarın üzerinden çekilerek uçları ponponlu iplerle bacağa bağlanır.
SÜSLENME VE SÜS MALZEMELERİ
Süsleme işi çok pratik ve basittir. Gözlere, Sürme çekilir. Kaşlara: Rastık, Ellere: Kına yakılır. Saçlar herhangi bir yağla yağlanıp parlatılır.
BUY: KOKU: (Trigonella faenum-greacum) dağlarımızda yabani olarak yetişen, baklagillerden fasıl’a benzer bir bitkinin tohumudur. Haziran ayında olgunlaşan bitkinin tohumlarını bazı meraklı genç kız ve kadınlar toplayıp ipliğe dizerek kolye gibi boyunlarına asarlar. Devamlı kokar. Kendine özgü hoşa giden bir kokusu vardır.
SÜRME: Çıra parçaları toplanıp ateşlenir, bir bakır tabağın ters tarafı yanan çıranın alevine tutulur. Çıranın tabağa iyice sıvanan isi tabaktan başka bir kap içerisine sıyrılarak alınır, üzerine bir parça tuzsuz tereyağ veya bir iki damla zeytinyağı damlatılıp iyice karıştırılr. Sürmedenliklere konulup muhafaza edilir. İçine de kibrit çöpü boyunca bir süpürge çöpü parçası bırakılır. Göze sürme çekileceğinde o çöple çekilir.
RASTIK: Kaşları boyamakta kullanılır. Rastıktaşı denen bir madde iyice dövülerek toz haline getirilip biraz su ile karıştırılır, macun kıvamında kaşlara tatbik edilir. Buna “rastık yakma” denir. Rastık yakıldıktan sonra bir müddet (15 dakika kadar) beklenir, yıkanarak temizlenir. Kaşlar parlak siyah bir renk alır. Uzun müddet solmaz.
KINA: Meşhurdur. Çok eski zamanlardan beri bilindiğine dair notlar bulunmaktadır. Akdeniz sahillerimizde yabani olarak yetişir “Kına” denen bir ağaççığın yaprakları toplanıp kurutulur, döğülerek pudra haline getirilir. Kullanılacağı zaman bir kap içerisinde biraz su ile karıştırılır, boyanması istenen yere (el, ayak, saç gibi) tatbik edilip sarılır. Buna, “kına yakma” denir, kına yakıldıktan sonra birkaç saat beklenir, yıkanarak temizlenir. Siyaha yakın kırmızı bir renk bırakır. Yıkamakla solmaz.
İNANMALAR: Baharda budanan bağ uçları ağlayıp gözyaşları dökmeye başlayınca yörük kadınları budanan bağ uçlarının altına kaplarını koyarlar. Damlayan suları toplayarak bu suyla saçlarına yuyarlar; bağ suyuyla yıkanan saçların asma dalları, sürgünleri gibi uzun, gür olacağına inanırlarxii
DÜĞÜN TÖRELERİ: Çevrede düğünler genellikle hasattan sonra yapıldığı için köyde hasat şenliğinin de havasını verir. Bu yönüyle düğünler köy halkının tamamını ilgilendiren bir toplum olayıdır. Düğünler haftanın iki bölümünde yapılır. Pazartesi başlayan Perşembe, Perşembe günü başlayan da Pazar günü biter. Yani gerdeğe girme gecesi pazartesi veya Cuma gecesine rastlar.
Düğüne davetler yapılır. Buna OKUNTU denir. Düğüne davet edilen kişiye mendil, çevre, çorap gibi el işlemeleri gönderilir.
BAYRAK: Düğün arefesinde oğlan evinin damına bir bayrak dikilir. Bu dışarıdan gelecekler için düğün evinin bulunduğu yeri gösterir. Bayrak direğinin tepesine mevsimine göre bir meyve dikilir..
TOMGAVİT: Yaşamakta olan bu kelime, oğlan evinden kız evine yiyecek ve sergi eşyası götürülmesi anlamındadır.
Düğünde kız evinin misafirlere ikram edeceği yiyecek maddelerinin tamamı oğlan evinden (kılıf yengesi) denen yengeler vasıtasıyla götürülür. Aynı gün köyün delikanlıları topluca dağa gider ve düğünde kullanılacak odunları kesip getirirler.
DÜĞÜN YEMEĞİ: Düğünde yemek olarak (döğme) denilen kabuğu kavlatılmış buğdaydan yapılan (keşkek), soğanla yapılan (yahni) baş yeri işgal eder. Buğdayın kabuğunun kavlatılması da yine köy delikanlıları tarafından topluca yapılır. Kız evinin önünde veya yakınındaki dibek taşına konan ıslatılmış buğday karşılıklı iki delikanlının kullandığı (solgu) taşlarıyla dövülür. Dövme süresince de çalgı devam eder. Bu tören delikanlılar için aynı zamanda bir nevi kuvvet gösterisidir. Zira yorulmadan en çok solğu sallayabilen delikanlının seyircisi köyün genç kızlarıdır.
KINA: Düğünün iki gecesi Kına gecesidir. Kız evindekine küçük, oğlan evindekine de büyük kına denir. Kız evindeki kına biraz da olsa hüzün havası verir ve sadece kızın akrabaları arasında yapılır.
Oğlan evindeki (büyük kına) düğünün ağırlığını taşır. Çalgı ile kız evinden etrafı mumlarla süslenmiş tepsi içinde getirilen kına, odanın ortasında yan yana oturtulmuş güveyle sağdıcın eline yakılır. Bu merasim sırasında dua edilir.
Kına sırasında bir de meydan cümbüşü kurulur. Ortaya yakılmış ateş başında oyunlar oynanır, güreş yapılır ve geç saatlere kadar sürer. Güreşte belli bir kaide yoktur. Karakucak güreşi karakterinde önce küçük çocuklardan başlanır ve güreşe çıkan sırtı yere gelinceye kadar güreşe devam eder.
TIRAŞ: Gelinin ineceği günün sabahı tıraş düğünü kurulur. Önce güveyinin arkadaşları, en son da sağdıçla güveyi tıraş olur.
GELİN ALMA: Tıraştan sonra damatla sağdıcın dışında topluca kız evine gidilir. Gelin hazırlanırken oğlan evinden gelenler cirit oynar.
Kız hazırlandıktan sonra babası veya baba yerine en yakın büyüğü beline bir kırmızı kuşak bağlar. Bu kuşak besmele çekilerek üç kere bağlanır gibi yapılır ve bırakılır ve üçüncüsünde bağlanır. Bu kuşak kız tarafından ilk çocuğu oluncaya kadar saklanır.
Oğlan evinin önüne gelen gelinin başına, güvey ve sağdıç tarafından üzüm, leblebi ve para atılır. Bunun bereket getireceğine inanılır. Attan indirilen geline eşikte su dolu helke teptirilir, kayınvalide tarafından geline tam eşikte bir çivi çaktırılır. Çivi gibi evde otursun diye. Gelin de birlikte getirdiği bal veya pekmezi parmağını batırarak kayınvalidenin eteğine sürer.
Zifaf odasına giren gelin elindeki narı süratle yere çarpar. Parçalanan nardan dağılan danelerin eve bereket getireceğine inanılır.
Gelin indikten sonra çalgı susar ve bir daha çalınmaz. Gerdek gecesi gelinin bakireliğine işaret olarak sağdıç tarafından bir el silah atılır. Silahtan sonra gelinle birlikte gelen kızın yakını gönül huzuru içinde eve döner.
Şimdi sosyal yapıdaki süratli değişmeyle ekonomik şartlar, toplumun diğer yönlerinde olduğu gibi düğdün geleneğini de büyük çapta etkilemiştir
SÖZLÜ EDEBİYAT GELENEĞİMİZ:
HALK ŞAİRLERİ:
KARACAOĞLAN: Karacaoğlan, Türk Milleti’nin en şöhretli ozanıdır. Çünkü O’nun şöhreti Türkiye sınırlarını aşarak Avrupa’ya ve Asya’ya yayılmıştır. Bu nedenledir ki musikinin hangi türüyle uğraşmakta olursa olsun, bütün bestekarlar, Karacaoğlan’ın şiirlerini besteleme yarışına girmişlerdir. Halen Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Hafif Türk Müziği, Tasavvuf Musikisi ve hatta Klasik Batı Müziği dallarında uğraş veren sanatçıların hepsinin repertertuvarında Karacaoğlan vardır.
Mut ilçemiz, yıllar önce, Karacaoğlan konusunda en etkili ve gerçekçi çalışmalar yapmış ve Karacaoğlan’ın mezarını Mut’ta olduğunu kanıtlamıştır. 1962’de başlatılan Karacaoğlanla ilgili düzenlemelerin içerisinde, milli ve milletler arası seviyede 22 defa da bilimsel kongre sempoz yum yapılmıştır. Bunların en önemlisi 1975 yılında Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirilen uluslar arası Karacaoğlan Seminerleridir. Zira o tarihte, bütün Mut adeta seferber olmuş Ankara ve İstanbul’daki etkinliklerle, Mut Türkmen – Türk kültürünü bütün dünyaya öncelikle de Türkiye’ye tanıtılmıştır. Şimdi bu ünlü ozanımızdan bir dörtlük sunmak isterim:
Ala gözlerini sevdiğim dilber,
Şu gelip geçtiğin yerler öğünsün,
Kadir Mevlam seni öğmüş, yaratmış;
Nasibi olduğun kullar öğünsün.
Mersin’in yetiştirdiği daha pek çok halk ozanı bulunmaktadır. Bunlar arasında AŞIK HÜSEYIN; Mut"un Köprübaşı köyündendir, KARA FEYZI; Mut'un Hocalı köyünündendir, NATUVANI; Natuvani hakkında Mersinli olmasından başka bir bilgimiz yoktur SERDARI; Gülnar'ın Zeyne kasabasındandır, İRFANİ; Halk arasında “Urfani”diye anılır. Doğum-ölüm tarihlerini bilmiyoruz. Ancak şiirlerini 19. yy da düzenlenmiş cönklerde görebildiğimize göre 19. yy. ozanı olduğu sanılmaktadır.
DEYİŞ-DEYİŞETLER:Sözlü edebiyat geleneğimizin kök derinliği yönünden en eski unsuru sayabileceğimiz ATASÖZLERİ ve DEYİŞLER; dil yapısındaki yüzyılların bozamadığı arılık, kullanış yaygınlığı gibi özelliği yanında, zaman içinde sürekli üreyen bir niteliğe de sahiptir. Akan zaman ve değişen sosyal yapı içinde maddi ve manevi birçok folklor ürünü eriyip gider, en azından nitelik değiştirirken; Atasözleri ve deyimler özünü, arılığını, aktüelliğini korumakta, sosyal değişimlerin getirdiği değer yargılarıyla yeniden malzeme kazanıp zenginleşmektedir.
Masal geleneğimizi besleyen sosyal yapı değiştiği, hatta Anadolu’nun bazı bölgeleri hariç tamamen ortadan kalktığı için yeni ürünler bekleyemiyoruz. Aynı ölçüde olmamakla beraber, halk şiiri geleneğimizin üremesi de cılızdır. Zira bu kültür ürününü besleyip barındıran zemin gittikçe daralmaktadır.
Halk müziğimiz ve kareoğrafik tespitlerle doldurulan halk oyunlarımızdan da kendi doğal karakteri ve üslubu içinde bir üretkenlik bekleyemiyoruz.
Ama yaşama kuralı ve felsefesini kendisi var etme durumunda olan halk kesimi, sosyal bünye içinde varlığını koruduğu sürece; Deyişat dediğimiz bu kültür ürünü bir yandan esprisini koruyarak kendini yenileyerek, bir yandan da yeni koşulların getirdiği kaçınılmaz değer yargıları bularak üreyecektir.
Tükenme yerine üreme gösteren deyişat geleneğimizdeki büyük zenginliğin temel faktörünü de açıklığa kavuşturacağını sandığım bazı örneklerle bu üremeyi belirlemek isterim.
“Acemi nalbant gavur eşeğinde beller” deyimi, sırasıyla gavurun da, eşeğin de, dolayısıyla nalbantın da kaybolduğu bugünkü sosyal yapı içinde aynı vugulamayı sağlamak için yeni malzeme bulacaktır, bulmuştur da:
“Berberliği benim sakalda belledi”
Bölgedeki DEYİŞAT bolluğunu teşvik eden unsurlardan bir önemlisi de sanıyorum yaşantının zorlamasıdır.
Denilebilir ki yöre halkı her olay veya sohbet sırasında, yeri gelince “DEYİŞAT” kullanmayı, manevi bir gıda saymaktadır.
Arıyı sattık, balı bakkaldan alıyoruz.
Bakmayla bellense köpekler kasaplık beller.
Ilgın ağacından odun, cingan kızından kadın olmaz.
Süphanekede kırk yanlışı var; böyük cami de imamlık umar.xiii
BİLMECELER:Mersin’de uzun kış gecelerinde kadınlar ve çocuklar arasında söyleşilir. Bilmeceyi bilemeyen taraf diğer tarafa bir köy veya şehir verir
Benim bir sandığım var asılı içinde mercan basılı: Nar
Sarıca oğlan sarkıp durur, düşeceğim diye korkup durur: Portakal
Al bula boyadım, ananın önüne dayadım: Pamuk eğirdikleri çark
Tap tapılayık tapılayık, tapılayığın üstünde muşulayık, muşulayığın üstünde ışılayık, ışılayığın üstünde kolancık, kolancığın üstünde alancık, alancığın üstünde ormancık, ormancığın içinde bir küdük domuz: Ağız, burun
Kat ekmek kat ekmek, içi dolu bal ekmek: Kitap
Etten antar, altın tartar: Kulakta küpe
Çıktım gittim tepeye, elim battı kınaya: Siyah dut
Küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk:Limon
Yer altında sakallı baba: Soğan
Dağdan gelir taştan gelir, eğerlenmiş aslan gelir: Kaplumbağa
DUALAR VE İLGEÇLER:
DUALAR:
Kendimizle ilgili: Kabrimi dar eyleme , işimi gücümü zor eyleme, kabirde beni şaşırma, zebanileri başıma üşürme yarabbi..
Kabrimi bol eyle, cennetine yol eyle, etrafını gül eyle, kokayım durayım Yarabbi.
Sırat’ı yel gibi uçur, yıldırım gibi geçir, havuzu kevserden içir yarabbi.
Başkalarıyla ilgili: Baş ucun pınar olsun, ayak ucun göl olsun.
Hakkım varsa birden bine kadar hepsi helal olsun.
Taş diye yapıştığın sarı altın olsun.
Yat baş ucunda bul; kalk, ayak ucunda bul.
İLENMELER:
Bayrağın dikili, esvabın kes’li kalsın.
Boyun bostana höyük olsun. ( höyük= korkuluk)
Çorun çocuğun it yalağından tene toplasın.
Evinde bacanda baykuşlar tönesin.
Haram olsun, hart olsun kara ciğerine dert olsun.
EFSANELER:GÖKSU KÖPRÜSÜ EFSANESİ: Göksu Irmağı’na bir köprü yapılıyormuş. Fakat bir türlü bitmiyormuş. Şöyle ki, akşama kadar yapılan iş sabaha hiç yapılmamış gibi oluyormuş. Bunun üzerine köprüde çalışan işçiler toplanıp adakta bulunmuşlar, aralarında şöyle bir konuşma geçmiş. Bir kişi sabaha kadar nöbet tutacak ırmağa sabah ilk kim su almaya gelirse o kurban edilecekmiş. Tesadüf bu ya, ilk gelen kişi de ustanın karısı imiş. Kadını kıskıvrak yakalamışlar, kadın çocuklarıma bir bakayım, onların karnını doyurayım diye kurtulmak için bin türlü bahane uydurmuş ise de kurtulamamış. Köprünün bir ayağının içine kadını koymuşlar ve etrafını örmüşler. Sonunda köprü bitmiş. Rivayete göre kadının iniltisi hala duyuluyormuş.
Bilgi alınan kişi: Şenel Keskin, 1952 doğumlu.
MANİLER
Kara kara böcekler
Duvarı delecekler
Sevmediğin oğlana
Zorla mı verecekler
Cama cam eklenir mi
Camda yar beklenir mi
Üç ay değil sevdiğim
Yirmi ay beklenir mi?
Mersin ‘in portakalı
Pahalıdır pahalı
Böyle güzel görmedim
Ben anamdan doğalı
NİNNİLER:Folklorumuzun bir parçasıdır ninnilerimiz. Ninelerimizin bir mirasıdır bize. Her ninninin bir öyküsü vardır mutlaka. Bir sevincini, bir üzüntüsünü dışa vurmak isteyen ninni söyler, güler ninni söyler, ağlar ninni söyler Anadolu kadını. Dil bilmez bebesiyle paylaşmak ister duygularını. Başkalarına açamadığı dertlerini ninnilere döker. Öylesine güçlüdür ninnilerimiz. Taş bebeğe can verecek kadar… birkaç ninni örneği verelim:
Kaşları kara gözleri erik ninni
Anası köylü babası yörük ninnni
Kaşları var enli enli ninni
Yanağının ucu benli ninni
Ninni dedim uyuttum ninni
Kadir mevlam bunu sen büyüttün ninni.
TEKERLEMELER: Masal dünyasına ayak basacak dinleyiciyi gerçek-üstü ve gerçek-dışı havaya alıştırmak için bir giriştir. Mersin’den derlediğimiz bir örnek verelim:
Ne tarlamız vardı, ne darımız. Ne kovanımız vardı, ne arımız “ Kim dermiş ki bal demekle ağız bal olmaz” diye “böyle çingenece fal olmaz” diye
Bir gün bir arı gelip kondu başıma, görünce girdim yeni bir yaşıma. Bir gözümden bal akıyor, bir gözümden kaymak. Dünyalar değer bir kere tatmak. Gayrı ne kirmen eğirdim, ne davar çevirdim. Her işi bir yana serip bir arıyı güttüm. Bağ bağ gezdirip, bahçe bahçe büyüttüm. Her çiçekten bal aldı, yaprak aldı, dal aldı. Velâkin yumurcağın biri bir taş attı, ayakları kırıldı. Bağladım olmadı, yağladım olmadı, bir türlü bir şifa bulmadı. Nihayet dolandım bayırı dağı, getirdim bir ceviz yaprağı. Sardım sarmaladım inceden ince; ne ağrı kaldı, ne sızı, bence...
SEYİRLİK OYUNLAR:Köy seyirlik oyunları, tarih boyunca göçlerden, çeşitli kültürlerden ve birikimlerden etkilenmiştir, Düğünlerde, özel günlerde ve zaman zaman köye-beldeye gelen saf, misafir veya yolcuları oyuna katmak üzere “hadi bir oyun çıkaralım” diyen muzip insanlarla geniş odalı evlerde, meydanlarda icra edilmektedir.
Düğünlerde oynanan Arap oyunu, Gemi oyunu, Deve oyunu, Hakim oyunu, Ayı ve katır oyunları, Samıt, Kasap, Değirmen üğütme, Sinkurdu, Kuşaktan çekme oyunları gibi diğer oyunlardan bazılarıdır.
Aşağıda Mut’ta derlediğimiz bir oyun yer almaktadır:
KÖŞKER:
Usta: - Bu vatandaşların ayağı hep yalın gelmiş.
Çırak: - Ne yapacağız yaş
Usta: - Çizme dikeceğiz.
Çırak: - Çizme dikelim.
Usta: - Bunlar eski miş
(Bir vatandaş ayakkabısının birini çıkarıp ustaya verir)
Köylü: - Al gardaşım yazı kimse, yazıversin.
Bir başka köylü: - Ben bir körüklü çizme yaptıracan.
Usta: - Yaz oğlum. Ufaklığa bir körüklü çizme
Bir başka köylü: - Başka neler yaparsınız.
Çırak: - Lastik ayakkabıdan tut, körüklü çizmeye kadar yaparız.
Köylü: - Yapın bahalın da görelim.
Usta: - Gel oğlum, tezgahı kuralım.
(Kalfasını, el ve dizlerini üstüne yatık vaziyete getirerek ayağının birini kaldırıp, kendi boynunda dolaştırdığı iple bağlar. Kendiside kalfanın sırtına oturur. Kaldırdığı kalfanın ayağı örs olarak kullanacaktır. Çekiç yerine de kendisi, eline aldığı bir tahta parçasını kullanır.
Usta: - Şap, şap; tak, tak.
Çırak: - Uf, yeter bee...
Oyuncu başı: - (seyircilerden biri) Eyiden irengi etmen oğlum. (Usta elndeki tahata parçası –çekiç ile çırağın ayak tabanına –örse- vururken, çırağın ayağının acımasından dolayı bağırmaya başlar. Bazen de usta mahsus ayağa vuaracağım diye çırağın kalçasına vurur. Tabii bu pozisyonda gülüşmeler ayyuka çıkar.)
Bir köylü: - Oynn, usta. Sana bir haber getirdim!.
Usta: - Neymiş, deyiver baham?
Köylü: - Eben ölmüş!.
Usta: - Hıı..!!..
Köylü: - Eben ölmüş derin yahu.!
Usta: - Allah rahmet eylesin nöörelim.
Köylü: - Anan da ölmüş!!
Usta: - Nöörelim.
Ustanın oğlu: - Amcam ölmüş!!
Usta: - Nöörelim
Ustanın oğlu: - Hii, hı, hı, hı. (ağlar)
Usta: - Ne oldu oğlum, neye ağlaşın?
Oğul: - Anam ölmüş!
Usta: - Neeeş Anan mı ölmüş. (Yerinden fırlayıp evine koşmak ister. Ancak, alttakinin ayağı iple boynuna bağlanmış olduğundan usta koşarken alttaki de ağız üstü ustanın peşi sıra sürüklenir. Bu pozisyon oyunun özüdür. Sürünenin tavrı seyircileri aşırı derecede güldürür.xiv
NAZAR DEĞMESİ:Nazarla İlgili İnançlar: Nesiller boyu ağızdan ağıza söylene gelmiş, günlük yaşantımızda hemen her zaman rasladığımız bir inanç vardır ki,biz bunu nazar kem göz ya da göze gelmek deyimleriyle ifade ediriz. Sağlıklı bir insanın aniden hastalanması ya da bir kaza geçirmesi, mutlu bir yuva üzerine kara bulutlar çökmesi, tarladaki mahsülün zarar görmesi, iyi süt veren bir ineğin sütünün azalması hallerinde nazara geldi, göze geldi sözlerinin sık sık kullanıldığını görmekteyiz.
Cansız Varlıklara Nazar Değmemesi İçin Yapılan Pratikler: Evlere, kapılara, mekik, at nalı gök boncuk, nazar boncuğu, küçük çocuk ayakkabısı, üzerlik, kaplumbağa yavrusu, tesbih çalısının çatal kısmı, iğde çekirdeği, zeytin yaprağı asılır. Kapılara, seccadelere, el motifleri yapılır. Kara çalı dikeni ile (S) harfi birbirine delinip takılarak görünen bir yere asılır. Tarla ,bağ ve bahçelere öküz başı, gök boncuk, köpek kafası, at nalı asılır. Mührü Süleyman şeklinde kurşun dökülerek tarlaya gömülür. Çaltı ağacının da kötü gözün etkisini yok ettiğine inanılır.
HALK MÜZİĞİ: Türkmen ezgileri; estetik, üslup ve ifade bakımından çok zengin bir niteliğe sahiptir. Öyle ki; yaşam süreci içinde geçen en yalın, en değersiz konulardan tutun da, en yükseklerine, yurt ve ulusla ilgili tarihsel ve toplumsal olaylara, efsaneleşmiş halk kahramanlarına kadar her şey onun ifade alanına girer.
Mersin’de türküler bir hayli renklidir. Bu renklilik kıyı ile yaylaların, birbirine yakın olması ve yerleşim birimlerinin de yakın zamana kadar konar-göçer olarak hayatlarını devam ettirmesinden kaynaklanmaktadır. Konar-göçerlilik kültür etkileşiminin en büyük unsurlarındandır. Bu etkileşim haliyle yukarda bahsettiğimiz renkliliği getirmiştir yöreye.
Mersin’de çalınıp söylenen türkü tablosuna şöyle bir göz attığımızda:
1-Bozlaklar (Uzun havalar)
2-Ağıtlar
3-Kaşık havaları
4-Mengiler
5-Samahlar
6-Zeybekler hemen karşımıza çıkacaktır.
Silifke Yöresinden 2 türküye ait 2 dörtlük:
Yayla Yolları:
Yayla yollarında göç katar katar
Öğründen ayrılmış bir palaz öter
Bu ayrılık bana ölümden beter
Ağlaşalım ayrılığın günüdür
…
Keklik:
Keklik olsam yuva yapsam
Ben de dağlara bağlara
Ben yarimi alsam kaçsam
Yüce dağlara dağlara
HALK OYUNLARI:
Günümüzde bütün oyunlar kız, erkek ayrı ayrı oynandığı gibi karma olarak ta oynanmaktadır. Açık - kapalı yerlerde ve sahnede oynanmaktadır.
Oyunlar 3 türlüdür.
Çalgı eşliğinde oynanan oyunlar:
Çalgı ve söz eşliğinde oynanan oyunlar:
Efsanesi veya öyküsü olan oyunlar
Bölgenin geleneksel çalgısı davul ve kemene (kabak keman)’dır. Koltuk davulu ile kemenenin bıraktığı boşluk kaşıkla doldurulmuş, böylece oyunlar kaşıkla ritm kazanmışlardır.
Oyunların önemli bir bölümü de zeybek türüdür. Ancak bu zeybekler de etnik karakter yanında coğrafyanın getirdiği bir kıvraklığa kavuşmuştur.
Mersin’de diğer bir oyun çeşidi de SAMAHLARDIR. Samahlar, Bağlama eşliğinde oynanan türkülü bir oyun türüdür. Genelde oyun üç bölümlüdür. Ağırlama, yeldirme ve koğdurmadır, Turnalar Semahı, Garipler Semahı, Kırklar Semahı gibi çeşitleri vardır.
Mersin ilçe merkezine bağlı köylerde samahlar genel olarak Tahtacı denilen, geçimini katırlarıyla tomruk çekerek temin eden gruplar tarafından oynanan dini oyunlardır.
Mersin’de samah oynanan bölgelerde diğer bir oyun türü de MENGİLER’dir. Mengiler de semaha benzer ve toplu oynanan oyunlardandır ve 9 zamanlıdır.
i Hilmi Dulkadir. İçel ili Folklor Binliyografyası. Ankara 1995 Kültür Bakanlığı Yayınları/1630. 303 S.
ii Mehmet Önder. İçel’in Folklor Güldestesi. İçel Kültürü 1. (1), Ocak 1987, 5 s.
iii Osman Şahin, Mersin’de Kültür (Mersin kültür müdürlüğü yayın organı) 1. (1) Ekim 1993, 41 s.
iv Celal Necati Üçyıldız, Taşeli Yöresinde Tahtacı Türkmenlerinde Gelenekler. İçel Kültürü 2 (20) Mart 1992 7 s.
v Hilmi Dulkadir, Mersin Kızılkaya Tahtacılarından Derlemeler. İçel Kültürü 2 (22) Haziran 1992. 14 s.
vi Günsel Renda. Mersin Evleri. TC.kültür Bakanlığı, Ankara 1995. Giriş.
vii Osman Şahin, O kilimlere O nakışlara İçel’de Kültür (Mersin kültür müdürlüğü yayın organı) 1. (2) Ocak 1994, 26 s.
viii Hilmi Dulkadir. Mut ve Çevresinde Milli El Sanatlarımız (Istar Dokuma) Dokuma Tekniği – Çeşitleri – Motifler. Ankara 1985, Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü 62 S.
ix Anamur ve Bozyazı yöresinde yaygındır
xi Çamlıyayla'da yaygındır.
xii Osman Şahin. Son Yörük. Kasım 1992, Berfin Yayınları, 70 s.
xiii Sıtkı Soylu. Atasözleri- Deyişetin yöresel biçimi ve türeyiş faktörleri üzerine bir araştırma. Silifke Haber Bülteni, Silifke Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüğü Yayın Organı. (55), Mart 1984. 1 s.
xiv Oyun, Mut’un Yalnızcabağ köyünden derlenmiştir.